Yapay evrim denen bir yöntemle virüs ve bakteri proteinleri kullanılarak gerçekleştirilen çalışma, Amerikan bilim çevrelerinde büyük yankı uyandırdı. Altın yapmanın şifresine ulaşmanın bin yılları bulan zahmetli yolu, yaşamın sırlarından biri olan doğal seleksiyondan geçiyor; yani moleküllerin birbirlerini tanıyıp seçip ayırmayı bilmesinde yatıyor.
Harry Potter serisinin ilk filmini izleyenler hatırlar; Harry ve arkadaşları okulda girilmesi yasak olan üçüncü koridora girerler. Burada üç başlı bir canavarın koruduğu "felsefe taşı" saklanmaktadır. Harry'nin anne ve babasını öldüren kötü büyücü Voldemort da "felsefe taşı"nın peşindedir. Mistisizme meraklı olanlar bu taşın, geçmişi 2500 yıl öncesine kadar dayanan simya ilminin efsanevi taşı olduğunu bilirler. "Felsefe taşı", en bilinen anlamıyla, tüm maddeleri altına çeviren ve ölümsüzlük veren taştır, maddenin en saf hali, özüdür.
Yüzyıllar, bin yıllar boyunca Mezopotamya, Anadolu, Antik Mısır, İran, Hindistan ve Çin'de, Antik Yunan'da, Roma İmparatorluğunda, İslam coğrafyasında ve Ortaçağdan itibaren 19, yüzyıla kadar da Avrupa'da simyacılar hep bu taşı arayıp durdular. Isaac Newton. Robert Boyle. Democritus, Razi. Ibn Haldun, Cabir İbn Hayvan, Nicolas Flamel, Platon, Pitagoras, Tales, Zosimus ve Paracelsus, felsefe taşı'nı bulmaya çalışan tanınmış simyacılardan yalnızca birkaçı.
Simya bir dönüşüm sanatıdır. Kirli olanı, hasta olanı birçok süreçten geçirerek arınmış ve mükemmel olana dönüştürmeyi amaçlar. Simyacılara göre madde hastadır ve iyileştiğinde ortaya altın çıkacaktır. Simyanın, maddeden altını çıkarma uğraşı, ezoterik olarak insandaki Tanrı özünün ortaya çıkartılmasına denk gelir. Bu anlamda "felsefe taşı" da mutlak olana kavuşturan bilinç anlamını kazanır. "Felsefe taşı" en güzel ifadesini vitriol sözcüğünde bulur. VIT-RIO1. Latince bir cümledeki sözcüklerin baş harflerinden oluşmuştur. Bu cümle '"Visita Interiora Terra; Rectificando Invenies Oeeultum La-pidem' dir ve "Dünyanın derinliklerini ziyaret et gizli taşı bulacaksın" anlamına gelir. Simya düşüncesi aslında Tanrı'nın birliğinden kaynaklanır. Evreni yaratan Tanrı. Ruh'a çeşitli formlar vermiş ve böylelikle madde oluşmuştur. Yani madde Tek olanın farklı görünüşlerinden ibarettir. Simyacı ise bu formların arasında altın olanı arar. Bu arayış tarih boyunca simyacıların kent meydanlarında yakılmasıyla bile sonuçlansa hiçbir zaman bitmedi.
Yapay evrimle gerçek altın
Ancak sonunda insanlığın 2500 yıllık rüyası gerçek oldu. "Felsefe taşı" bulundu! Washington Üniversitesi ve İstanbul Teknik Üniversitesi'nden iki Türk profesör laboratuarda biyolojik ortamda altın parçacığı üretmeyi başardı. Ama simyacıların kutsal metinlerinde geçtiği gibi yakmayan ateş, ıslatmayan su ve filozof yumurtasıyla değil; yapay evrimle, bir başka deyişle hızlandırılmış evrimle altın üretiyorlar.
Washington Üniversitesi Genetik Mühendisliği Malzeme Bilimleri ve Mühendislik Merkezi'nin (GEM-SEC) kurucusu ve yöneticisi Prof. Mehmet Sarıkaya ile İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölüm Başkanı, İTÜ Moleküler Biyoloji Genetik ve Biyoteknoloji Araştırmaları Merkezi'nin yöneticisi Prof. Candan Tamerler'in birlikte yürüttüğü çalışma, malzeme mühendislikleri için bir devrim niteliğinde. Çünkü bu çalışma yalnız altın üretebilmenin değil, savunma, tıp, ilaç sanayi ve endüstrinin her alanı için her türlü malzemeyi üretebilmenin yolunu açıyor. Sözünü eniğimiz malzemeler sentetik malzemeler değil üstelik gerçek, doğadaki gibi malzemeler.
Sır, moleküllerin "tanışma"sıymış
Merak içinde "Peki neymiş gerçekte bu felsefe taşı?" diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Çok şaşıracaksınız ama altın üretmeye yarayan "'felsefe taşı" bir nesne değil, bir kavram! Moleküllerin birbirlerini tanıması! Yani canlılığın, var oluşun sırrı; doğal seleksiyon. Atomların, moleküllerin birbirlerini seçmesi ve ayırması. Güzeller güzeli Ayşe Memed'i sever de Ahmet'e yüz vermez. Neden? Çünkü Memed'inin yanında mutludur, Ahmet'in değil. Memed'İn yanında kalbi kuş gibi çarpar, Ahmet'in değil. Memed'le muhabbet ister gönlü, Ahmet'le değil. "Ne alakası var?" dediğinizi duyuyorum ama aşkın neyle alakası yok ki! Birazdan konuyu anlatırken niye aşktan söz ettiğimi daha iyi anlayacaksınız. Zaten Prof. Mehmet Sarıkaya konuyu anlamam için kendisi verdi bana bu örneği. Moleküler boyutta bir şeyleri anlatmanın zorluğunu fark edip "Bu kız bu oğlanın elini tutmak İster de ötekinin elini tutmak istemez, niye?" deyiverdi en sonunda, ben de anladım. Ama anlatmadan önce hikâyeyi baştan, yani 1984 yılından alacağım efendim.
Prof. Sarıkaya, 1984'te ABD Kaliforniya Üniversitesi'nde doktora çalışması için çeliğin yapısını incelerken, bir bilim dergisinde deniz kabuğunun elektron mikroskobu altındaki görüntüsü ilişir gözüne. Deniz kabuğunun içyapısı çeliğinkiyle aynıdır, tuğlayla örülmüş bir duvara benzemektedir. Yani insanoğlu moleküler boyutta ne yaptığının farkında olmadan, doğada bilinen en dayanıklı malzeme olan deniz kabuğunu taklit eden bir madde üretmiştir demire karbon katarak: Çelik! O gün Sarıkaya, bir malzeme bilimci olarak doğayı taklit ederek mükemmel malzemeler geliştirebileceğinin farkına varır. Biyomimelik (biyobenzetim) denen bilim dalına ilk adımını böylece atar. Biyomimetik, canlılardaki protein yapılarını nano ölçekte (atomik veya moleküler boyutta) inceleyerek, mühendislik yoluyla bu yapılara benzer sentetik malzemeler üretmeye çalışan bir bilim dalı. Sarıkaya da 90'ların sonuna kadar geyik boynuzları, sünger iskeletleri ve bakteriler üzerinde çalışmalarını sürdürür. 90'ların başında nanoteknoloji ve nano-biyo-teknolojinin yükselişi biyomimetik çalışmalarına da ilgiyi arttırır.
Ancak tabiatı taklit etmenin zorlukları ve günümüz teknolojisinin yetersizlikleri bir yana, bu alanda tek bir veriye ulaşmak bile onlarca yıl alıyor. Örneğin 30 yıllık çalışmaların sonucunda diş minesinin oluşumunda etkin olan 40 protein içinden bugüne dek yalnızca bir tanesinin belirli bir bölgesinin ne işe yaradığı keşfedilmiş durumda. Prof. Sarıkaya 2000 yılında şöyle der kendi kendine: "Niye tabiat anayı taklit etmek yerine malzemeleri onun yaptığı gibi yapmayalım?" Kendisine bu soruyu yönelttiğinde dünyada "moleküler biyomimetiğin" kurucusu olacağını bilemezdi herhalde. Bu çılgın fikrini hayata geçirmek için iyi bir moleküler biyolog arayışına girer. Prof. Candan Tamerler ile işte bu arayış sırasında, İstanbul'a 2001'de bir kongre için geldiğinde tanışır. Tamerler, o zaman için son derece çılgınca görünen bu fikre derhal sıcak bakar ve "Canlıların yapı taşı olan proteinler milyarlarca yıldır neyi nasıl yapacaklarını çok iyi biliyorlar. Biz de proteinleri kullanabiliriz" der. Çevresinde hayalperest damgası yer ama yılmaz.
İşte bu ikilinin tanıştığı gün, biyo-mimetikte ilk kez canlı dünyayla cansız dünya arasında bir köprü kurulur. Amaç; az evvel söz ettiğimiz gibi moleküllerin birbirini tanıması, sevmesi, tercih etmesi prensiplerine göre her türlü malzemeyi üretmek. Başta ABD'de olmak üzere Nature gibi birçok saygın bilim dergisinde makaleleri yayımlanan Sarıkaya ve Tamerler artık bugün gümüş, platin, mika, titanyum, safir, silika, insan dişi dokuları ve altın üretebiliyorlar. Şimdi neymiş bu yapay evrim, moleküllerin birbirini tanıması ve seçmesi, anlatalım.
Önce bir bardak suyun içine küçük altın parçacıkları yerleştirilir...
Altın seven peptitler
Öncelikle bir bardak suyun içine (deney tüpünün yani) küçük altın parçacıkları yerleştiriliyor. Sonra milyarlarca bakterinin ve virüsün bulunduğu "bakteri ve virüs kütüphanesi" dedikleri bölüme geçiliyor. Buradaki virüs ve bakterilerin kendilerine has yapılarını oluşturan proteinleri toplanıyor. Bu proteinlerin de peptit denen küçük bir kısmı alınıp altın parçacıktı su dolu bardağa atılıyor. Sonra da milyarlarca peptit içinden bazılarının altını suya tercih ederek altına yapışması bekleniyor. Beklenen oluyor. Birkaç yüz tanesi altın parçacıklarına gidip yerleşiyor. Neden diye soruyorum. "Bir peptitin altını suya tercih etmesi, altın molekülünün peptitin üç boyutlu yapısına uyduğu anlamına geliyor. Peptit altın molekülünün üzerinde kendini dengede ve rahat hissediyor. Evrimsel olarak bakarsak, altın parçacığının üzerine yapıştığında ortaya bir enerji çıkıyor ve peptit enerjik olarak dengesini sağlıyor ve bu nedenle o maddeye bağımlı hâle geliyor" diye cevaplıyor Tamerler. Zaten sudan başka bir seçeneği de yok peptitin. İkisinden birini seçmek zorunda, o da kendisine en uygun olan, en rahat ettiği yeri seçiyor. İşte buna molekül boyutunda "tanıma" deniyor. Bir anlamda hayata tutunmaya çalışıyor. Peki pep-tit canlı mı ki buna karar verebiliyor? Bu soruyu da Sarıkaya yanıtlıyor: "Biz akıllı molekül diyoruz. Molekül başka bir molekülü tanıyor ve onunla birleşince bir fonksiyon, bir çıkar elde ediyorsa bu akıldır işte. Peptitler de sanki canlı gibi". Peki, bir peptit kendini altının üzerinde dengede hissedip hissetmediğine nasıl karar veriyor? Sarıkaya hemen sandalyesinden kalkıp göstererek anlatmaya başlıyor: "Diyelim ben peptitim, bu sandalye de altın. Ben geliyorum sandalyenin orasına burasına oturuyorum ama bir türlü rahat edemiyorum. Benim üç boyutlu yapıma yani vücut şeklime uygun değil diyelim ki bu sandalye. Diyelim çok şişmanım ve sığamıyorum bu dar sandalyeye. İşte peptitler de üç boyutlu yapılarına uygun yani ergonomik olan yapıyı seçiyorlar oturmak için. Ya da onu bırak, bir kız bir oğlanın elini tutar da ötekininkini tutmaz niye? Onun gibi işte..." Bu hareketli anlatımla konuyu iyice kavrıyorum. Vücudumuzdaki moleküllerin birbirini aynen bu şekilde tanımasalar bir araya gelemeyeceklerini de öğreniyorum. Biyolojinin temeli bu tanıma kavramına dayanıyormuş.
Denizlerdeki altın tuğlaları
Daha sonra suda kalmayı tercih eden peptitler ayıklanarak altını tercih edenler toplanıyor. Ve virüslerin, bakterilerin genetikleriyle oynanarak altını tercih eden türdeki peptitler üretmeleri sağlanıyor. Şimdi gelelim altın yapmaya. Denizde, okyanuslarda, göllerde ve ırmaklarda altın iyonları (atomik boyutta) bulunduğunu biliyoruz. Bu iyonlar altın değil ama bir araya getirilirlerse altın olacaklar. İşte ikinci aşama burada başlıyor. Bir kova deniz suyu almıyor (yani iyonlar sulu ortamda deney tüpünde bir araya getiriliyor) ve içine az evvel söz ettiğimiz "altın sever" peptitler bırakılıyor. Sonra bir bardak kahve almaya gidiyorsunuz ve dönüyorsunuz ki ne göresiniz, kovanın içinde altın parçacıkları var! Hem de dakikalar içinde! Ama nasıl? Yaşam alanı olarak altını tercih eden peptitler altın iyonlarını görünce tanıyor. 3-5 dakika içinde iyonları bir araya getirerek altın molekülleri yani kendine yaşayacak bir ev yapıyor. Tıpkı tuğlaları bir araya getirerek ev yapmak gibi. Sarıkaya: "Bu, yapay evrimle ortaya yeni bir akıllı biyolojik molekül çıkması demek. Altın iyonuyla diğer iyonlar arasındaki farkı bilen bir yapı. Göllerde, denizlerde, altın madenlerindeki su birikintilerinde altın iyonları bulunur. Altın seven peptitler bunların hepsini altına çevirebilirler" diyor. Tamerler tüm bu işlemlerin oda sıcaklığında ve kimyasal kullanmadan yapılmasını "İşte buna yeşil bilim denir" sözüyle açıklıyor. Peki peptitler iyonları bir araya getirmeyi nereden ve nasıl biliyor? Sarıkaya cevap veriyor: "Evrimsel süreç".
Altın Üretimi
Bal Nedir?
Bal, arılar tarafından çiçeklerden ve meyve tomurcuklarından alınarak yutulan nektarın arıların bal midesi denilen organlarında invertaz enzimi sayesinde kimyasal değişime uğramasıyla oluşan ve kovandaki petek hücrelerine yerleştirilen çok faydalı bir besindir. Nektar bala çevrilirken arılar sağladıkları invertaz enzimi sayesinde sakkarozu inversiyona uğratarak früktoz ve glikoz şeklinde basit şekerlere dönüştürür ve fermantasyonun meydana gelmesini önleyecek miktarda suyunu uçururlar. Kovandaki hücrelere yerleştirilen ve üzeri mumdan bir kapakla örtülen bal arılarca sağlanan özel havalandırma sistemi sayesinde bildiğimiz tat ve kıvama gelir.
Balın rengi, şeker dengesi ve tadındaki farklılık tamamen toplanan nektarlardan kaynaklanmaktadır. Balın kokusunu, çiçeklerdeki aromalı volatin yağı verir ki bu aynı zamanda çiçeklerin kokularını sağlayan yağdır. Bal üretimi çok büyük bir çaba gerektirir. Örneğin ½ kg ham nektarı toplamak için 900 bin arının bir gün boyunca çalışması gerekir. Toplanan bu nektarın ise ancak bir kısmı bala çevrilebilir. Çiçeklerdeki nektardan elde edilen balın miktarı tamamen getirilen nektarın şeker konsantresine bağlıdır. Bal sıradışı bir etkiye maruz kalmadıkça asla bozulmaz. Zaman faktöründen etkilenmez.
Balın İçeriği:
Balın ilk akla gelen özelliği tatlı olmasıdır. Bunun sebebi balın içindeki üç şekerdir. Üzüm şekeri (% 34), sakroz (%2) ve levuloz (meyve şekeri % 40) bundan başka balın % 17 ‘si su geri kalan % 7'lik bölümü ise demir, sodyum, kükürt, magnezyum, fosfor, polen, manganez, alüminyum, gümüş, albumin, dekstril, azot, protein ve asitlerden oluşur. Balın kalitesini ise bu % 7'lik karışım belirler.
Ayrıca bal içerisinde onbeş şeker tespit edilmiş olup bunlardan bazıları şunlardır: fruktoz, glikoz, sakkaroz, maltoz, izamaltoz, erloz, kestoz, melezitz ve rafinozdur. Genel olarak fruktoz şekeri diğerlerinden farklıdır.
Balı bildiğimiz şekerden ayıran çok önemli bir fark vardır. Şeker ancak sindirim sisteminde değişime uğradıktan sonra kana karışırken bal sindirime gerek olmadan çok süratli bir şekilde kana karışır. Dolayısıyla bal insan vücudunun en yüksek derecede ve en hızlı biçimde faydalanacağı şekilde tasarlanmış bir gıdadır. Ilık su ile karıştırılan balın birkaç dakika içinde vücuda enerji verdiği tespit edilmiştir.
Balın içinde minerallerin, şekerlerin ve birçok vitaminin yanısıra az miktarda bir takım hormonlar, çinko, bakır ve iyot da vardır.
Balın Fiziksel Özellikleri:
* Bal higroskopik bir madde olup havadan nem alma özelliğine sahiptir. Havada %58 rutubet olduğu zaman balda su miktarı %17,4 civarında olur.
* Viskozite; akıcılığa karşı koyma özelliğini ifade eder. Buna "balın bünyesi" de denir. Ağır bünyeli bir balın akıcılığı yavaş yani viskozitesi yüksek olur. Viskozite balın içerisindeki su miktarıyla yakından ilgilidir.
* Balın özgül ağırlığı içerisindeki su miktarı ve sıcaklığa göre değişmektedir. 200 °C de balın özgül ağırlığı 1.4225 bulunmuştur.
* Kırılma Sayısı; refraktometre ile ölçülür. Sıcaklık önemli rol oynadığından bu işlemde 20 °C de yapılır ve balın içindeki su miktarı tayin edilmektedir.
* Renk; balın bir optik özelliği olan renk değişiklik gösterir. Bal renksiz durumdan koyu kırmızıya kadar değişebilir.
Balın Bileşimi:
Genel olarak balların toplandığı değişik bitki kaynaklarına göre farklı aroma, tat, renk, yoğunluk ve kristalize sahip oldukları tespit edilmiştir. Aynı şekilde ballarda akıcılık kimyasal bileşimi, şekerler, rutubet, enzimler, vitaminler, asitler, kollaidal maddeler ve bileşimi bilinmeyen maddeler bakımından değişik oldukları bildirilmişlerdir.
Baldaki asitler:
Uzun yıllar bal içerisinde sadece formik asit bulunduğu fakat analiz metotları geliştirilince asetik, buturik, sitrik, kaproik, laktik, formik, malik, okzalik, suksiniletannik, tartari ve velarikasidlerin varlığı tespit edilmiştir. Balın pH'sı 3,29-4,87 arasında değişmektedir.
Baldaki enzimler:
Çeşitli araştırıcılar balda diyastaz veya amilaz, nikotin, invertaz, katalaz, oksidaz, fosfataz enzimlerini bulmuşlardır. Bu enzimlerin bir kısmı bitkiden gelmekte bir kısmı ise arının başındaki bezlerden salgılamaktadır.
Baldaki vitaminler:
Eskiden bal içerisinde vitamin olmadığı veya çok az olduğu kanaati hakimdi fakat kimyasal ve biyolojik araştırma metodları geliştirildikten sonra bal içerisinde çeşitli miktarda, tiaomin, riboflavin, askorbik asit, pirisdoksin, pantotenik asit, niasin ve az miktarda biotin, folik asit tespit edilmiştir.
Baldaki minareller:
Bal içerisindeki minarellerin miktarı %0,02 ile %1,0 civarındadır. Bu minareller Potasyum, klor, kükürt, kalsiyum, sodyum, fosfor, magnezyum, silis, demir, mangan ve bakır’dır. Bunlar içerisinde potasyum, kalsiyum ve fosfor fazla bulunmaktadır.
Baldaki proteinler:
Çeşitli araştırmacılar bal içerisinde az miktarda albuminoidlerin ve protein yapı taşları durumunda olan amino asitlerin olduğunu tespit etmişlerdir.
Tedavide Kullanım Alanları:
Bal en az 3000 seneden beri birçok rahatsızlığın tedavisinde kullanılmıştır. Yakın zamanda yapılan bilimsel araştırmalar balın mucizevi etkilerini göz önüne sermektedir. Balın antiseptik/antimikrobiyal, osmotik, hidrojen peroksit ve asiditesine bağlı çok çeşitli iyileştirici etkileri olduğu saptanmıştır.Böbrek hastalıkları(Böbrek yetmezliği)tedavilerinde cok önemli bir yere sahiptir
Bal temel olarak iki monosakaritin yoğunlaşmış bir karışımıdır. Bu karışımda su etkisi az olduğu için yani su moleküllerinin çoğunluğu monosakaritlere bağlı oldukları için mikroorganizmaların hayatta kalmasını sağlayacak nemden ve sudan yoksundur. Böylellikle balda hiçbir mikroorganizma canlı kalamaz. Bunun içindir ki bal, asırlardır yanık, yara ve deri ülserlerini iyileştirmek için kullanılmıştır.
Balın yüksek şeker oranı, hipertonisitesini arrtırdığı için etrafındaki bakterilerin suyunu hipertonik alana çekip bakteri hücrelerinin büzüşmesini sağlar. Bir antiseptik olarak balın metisilin dayanıklı Staphylococcus aureus (MRSA) gibi dirençli bakterilere karşı etkili olabileceğini savunan araştırmalar mevcuttur. Bal içindeki hidrojen peroksit, tıbbi olarak kullanılan hidrojen peroksite üstündür. Balın içindeki hidrojen peroksit faal hale sulandırma sonucunda gelir. Yani, bal yara üzerine sürüldüğünde hidrojen peroksit yavaşca vücut sıvıları tarafından sulandırılarak etkili hale geçer. Hem yavaş olarak etkinlik kazanması hem de tıbbi hidrojen peroksitten daha düşük bir yoğunlukta bulunması balın mikropları öldürüp vücudun hücrelerinin zarar görmemesini sağlar.
Bal pH'ı 3.2 ve 4.5 arasında olduğu icin enfeksiyondan sorumlu bakterilerin çoğalmasını önler. Bal içinde birçok polifenol yani doğal antioksidan olarak işlev gören madde barındırdığı için uzun dönem tüketimi sonucu kanseri önlediği bildirilmiştir. Ayrıca, içindeki demir vücuttaki zararlı oksijen radikallerini zararsız hale getirir. Araştırmalara göre bal aynı zamanda bağırsaklardaki probiyotik bakteri florasını çoğaltabildiği için bağışıklık sistemini güçlendirdiği gibi kolesterolü düşürmekle beraber sindirimi kolaylaştırır ve kolon kanserini önlemede etkilidir.
Ölümsüzlüğün Sırrı Denizanasında mı?
İnsanlığın en büyük düşlerinden biri olan ölümsüzlük, Karayip kıyılarında yaşayan bir denizanası sayesinde gerçeğe dönüşebilir
“Turritopsis nutricula’ adı verilen ve çapı sadece 4-5 milimetre boyunda teknik olarak ”hydrozoan“ olarak adlandırılan bir canlı, ömrünün sonuna geldiğinde ya da yaşamını sürdürebilecek uygun koşulları bulamadığında, denizanasına dönüşmeden önceki evreleri olan ’polip’e geri dönüyor, bir süre sonra da tekrar denizanası oluyor.
Bilim adamları tropikal sularda yaşayan ’Turritopsis nutricula’nın okyanuslara, gemilerin limanlara girmeden önce attıkları safra sularıyla yayıldığını düşünüyor. Uzmanlar ’Turritopsis nutricula’nın hücre yapısında görülen bu değişimi çözebilirse insanoğlu da ölümsüzlüğün de kapısını aralayabilecek.
Sessiz istila...
Ölümsüz olduğu kanıtlanan ’Turritopsis nutricula’nın üremesinin ve çoğalmasının çok hızlı olacağını belirten deniz biyologu Dr. Maria Miglietta, bu türün dünya denizlerine yayılabileceğini ve ve diğer canlı türlerini tehdit edebileceğini ifade ederek, ”Sessiz bir istilaya tanık olacağız“ dedi.
Buz Neden Kaygandır?
Buz, sanıldığı gibi, düzgün bir yüzey olduğu için kaygan değildir. Olay, buz pateninin çok küçük yüzeyinin buza basınç yapması dolayısıyla o noktadaki buzun erimesi ve oluşan bu ince su tabakası üzerinde patenin hareket etmesidir.
İnsan ayağının boyunun ortalama 25 santimetre, eninin ise 10 santimetre olduğunu kabul edelim. Ortalama insan ağırlığı olan 75 kg., iki ayakla 500 santimetrekare yere bastığında, her santimetrekareye 0,15 kg. ağırlık biner. Topuklu ayakkabı giyen kadınlarda yere basılan alan o kadar küçülür ve basınç o kadar artar ki, kadınların topuklu ayakkabı izi sıcak asfaltta kalır, hatta bu basınç nerede ise filinki ile aynıdır.
Ucu neredeyse bıçak gibi olan patenlerin buza değen alanı o kadar küçüktür ki, erime ısısını l derece azaltmak için 130 kg/cm2 gereken buz yüzeyini derhal eritir. Buz pütürlü olunca, paten sadece buzun pütürünün çıkıntılarına basar, böylece temas yüzeyi iyice küçülür ve basınç artar ve buz daha kolay eriyerek, paten buz ile arasında oluşan ince su tabakası üzerinde rahatça kayar.
Bu arada buzun bir başka şaşırtıcı özelliğine de değinmeden geçemeyeceğiz. Dişimiz ağrıdığında elimizin üzerine konulan buz bu diş ağrısının azalmasına yardımcı olur. Vücudumuzun herhangi bir yerinde bir ağrı oluştuğunda, uyarıcı sinirler buradan orta beyine ağrı sinyalleri gönderirler.
Bu sayede beyin tarafından uyarılarak vücudun doğal ağrı kesicileri olan 'endorfin' ve 'enkefolin' salgılanır. Bu salgıların kaynağa gidebilmesi için sinir sisteminin diğer bölümlerine, ağrı algılarının geçtiği diğer kapıları 'kapat' sinyali gönderilir. El üzerinden gelen ağrı sinyallerinden dolayı salgılanan doğal ağrı kesiciler sonucu yüz sinirlerinden gelen ağrı kapıları beyinde kapanmaktadır.
Diş ağrılarında vücudun başka bir yerinde değil de el üstüne buz konulmasının nedeni bu olup, bu noktaya akapuntur uygulanmasıyla da benzer sonuca ulaşılmaktadır. Baş parmakla işaret parmağı arasındaki bu noktaya HO-KU noktası denilmektedir.
Zaman ve Boyutu
Zaman, iki hareket arasındaki süredir. Hareket ve maddenin nesnel hali zamanla belirir. Zamanın olmadığı yerde , nesnellikte yoktur. Bu nedenle zaman, cismin kesinlikle belirleyici faktörüdür. Hareketin hızı zamanın da hızıdır. Görelilik ve kuantum varsayımlarına göre zaman ile uzay birbirleriyle doğrudan ilişkili ve bağlantılıdır. Zaten zaman ile uzay birlikte anlamlıdır. Biri olmadan diğerinin olması mümkün değildir.
Elektrik yükünün çevresindeki elektrik alanı , o elektrik yükünün bir bağlantısıdır. Tıpkı bunun gibi geometri ile kinematik 'den oluşan eğri yada düz uzay-zaman metrik alanı da maddenin bir bağlantısıdır. Elektrik yükü olmadıkça, elektrik alanı nasıl olmaz ise ; maddesiz bir '' metrik alan'', eş anlamıyla '' uzay-zaman '' da varolamaz. uzayla zaman, düşünsel tasarımlar değil , maddesel nesnenin içinde bulunan nesnel zaman-uzay madde somutluğundan oluşmuş bir bütündür. Böylece uzayın boyutları kadar zaman boyutunun kendiside uzay boyutlarının bir devamı niteliğinde bir nesnel boyut olarak varolmaktadır. Madde özünde ışıma kuantlarından oluşan bir yapıdır. Bu ışıma kuantları kendilerini özde zamansal bir varoluş olarak, bir frekans olarak bir zaman yapısı olarak ortaya koyarlar. Zaten Birleşik Alanlar Teoreminin özündeki ana fikir 'de ışık kuantları düzeyinde elektrik alanı - manyetik alanı ve gravitasyon alanlarını tek bir alan yapısı altında formüllemekten başka bir şey değildir. Bu ise elektro-gravitasyon alanı denebilecek yeni bir alan anlayışını öngörecektir. Eğer elektrik- manyetik ve gravitik alanlar içerisinden zaman kayması -boyut değişimi hadiselerini açıklayabilirsek bir Birleşik Alan Kuramı anlayışına sahibiz demektir.
Einstein izafiyet teorisini ortaya attığından bu yana, fizikçiler dünya üzerinde 4 boyut bulunduğunu kabul ediyorlar.(Hatta yerçekiminin kendisi bile 3 boyutlu uzayın bir dördüncü boyuta doğru eğim yaparak bükülmesidir.) O zamana kadar bilinen ve kabul gören 3 boyut olan uzunluk, yükseklik ve genişliğe ek olan diğer fiziksel boyut ise zaman olarak biliniyor. Matematiksel olarak da kabul gören 4'üncü boyut, diğer 3 boyuta eşit değer taşıyor. Ancak insanlar dünya üzerinde 3 boyutta, her yönde hareket edebiliyorlar yani, yukarı ve aşağı, sola ve sağa, ileri ve geri. Ancak zamanda sadece ileri doğru hareket edebiliyorlar, zamanda geriye doğru hareket hiçbir zaman gerçekleşmiyor.Fakat fizik kanunlarında, zamanın geriye doğru hareket edemeyeceğini söyleyen bir kural mevcut değil. Zaten Einstein'in bu konuda ispatladığı hareket denklemi de zaman geriye döndürüldüğünde gayet iyi çalışıyor. Ancak henüz hiç kimse zamanda geriye seyahat etmeyi başaramadı.
Zaman, değişmeyen değişimler bütünüdür. İnsanlar zamanı doğrusal (lineer) biçimde algılıyorlar. Zaman aslında doğrusal değildir. Bilinmeli ki zaman, uzay gibi eğrilebilir-katlanabilir-genişleyebilir, daraltılabilir bir yapıdır. Zaman çok esnek ve çok boyutlu olan elastiki bir akımdır(eğer onu doğrusal bir akış gibi görürsek). Ve zaman üstüste bindirilip katlanabilir bir yapıdır. Bir zaman noktası bir frekans yapısında olup başka zaman frekanslarıyla senkonize biçimde örtüştürülüp çakıştırılabilir.Bir bakıma zaman, toplumumuzun onu ölçtüğü gibi doğrusal biçimden çok daha farklı ve karmaşık olan bir şeydir.
Zaman kimilerine göre kendi üstüne doğru bir sarmal çizerek geleceğe ve geçmişe uzanan sonsuz bir sarmal yapıdadır (Zaman akımı salyangozun eğri sarmal çizgileri gibi kendi üstüne bükülüp kapanarak sonsuza uzanan çizgilermidir?). Zamanı daha iyi tanımlayabilmek için bir kutu içindeki bir film rulosunu düşünelim. O ruloda birbirinden ayrı kareler(zaman çerçeveleri) içinde görüntüler vardır. Tüm zamanları içine alan ''sonsuz şimdi'' ye bir rulo halinde baktığımızda, böyle ayrı ayrı zaman dilimi çerçevelerinin olduğunu görmek kolaydır. Bununla birlikte eğer onlardaki sürekliliği anlamak isterseniz, dördüncü boyutta duran bu üç boyutlu film rulosunu bir projektörden geçirmek zorundasınız. Böylece dördüncü boyut üstünde hareket eden bilincinizin bir tür projektör olduğunu söyleyebiliriz ve o film kareleri ister geçmişinize ait olsun, ister bu yaşamınıza ait olsun ister gelecekteki görüntülere ait yaşamlar olsun, o film rulosundaki karelerden birine her ne zaman bakarsanız, o çerçeve içindeki donmuş resmi görebilirsiniz. Ancak, sürekliliği görmek isterseniz, film rulosundaki her bir karenin birbiri ardına başından sonuna dek dördüncü boyut doğrultusunda ilerleyen bilincimizin üstüne yansıtılarak göz önünden geçirilmesi lazım. Fakat zaten tüm zaman kareleri (zaman dilimleri)nin hepsi o film rulosunda mevcuttur.
Bir çok kez ben şimdiden söz ederken, bu ''şimdi'' sizin için çok daha ileri bir tarihte yaşanacaktır. Ben bir dördüncü boyut varlığı olarak üçboyutlu olayları hepsi aynı anda oluyormuş gibi görürüm. Yaşanan olaylar dizisi sizin için bir yol boyunca doğrusal bir yer işgal etmiştir. Sizin bu kavramı hemen kavramanızı bekleyemem, ama size bu konuda basit bir benzetme sunabilirim: Eğer elinize bir sinema filminin rulosunu alırsanız, o bakıldığında doğrusal zamanın bir kronolojisini temsil edecektir. Ancak o sizin elinizdeyken, potansiyel zamanın tümü aynı anda sizin elinizdedir; onun tümü şimdi' dedir. Filmin on üçüncü dakikasında ne olabileceği hakkında konuştuğunuzda, onu görmek için on üç dakika beklemeniz gerekmez. Bir başkasının geçmişinin olduğu gibi, geleceğinin o bölümü de şimdi sizin elinizdedir.Bu bakış açısında ''zaman'' kapalı dairesel bir realite olarak karşımıza çıkar.
Zaten kendi evrenimizin boyutları içerisinde zaman fenomeninide içerisine alacak bir Birleşik Alan Kuramı sonucunda üst boyutlara geçebilmek ve başka zaman
yada uzay noktalarına geçit verebilecek fizik dinamiklerindede değişmeler yaratabilecek bilgiye sahip olmuş oluruz. Zaman yolculuğunun mümkün olması için klasik anlamda lineer olarak düşündüğümüz sürekli /kesintisiz bir zaman çizgisi anlayışı yerine, zaman çizgisini oluşturan her bir noktasal AN ' ın birbiri ardına sıralanmasından oluşmuş kesikli bir zaman çizgisi anlayışını kabül etmeliyiz. Yani zaman akışı sürekli bir akış değil kesikli /titreşimli bir akıştır.
Her bir an bir dalga vuruşunu ifade eder. Aslında zamanın fizik yapısıyla ışık enerjisinin fiziksel yapısı arasında doğrudan benzer bir ilişki vardır. Bu gibi zaman akımının kendiside hem dört boyutlu bir bakış açısında kendi içinde kesiksiz bir bütünlüktür. Hemde 3 boyutlu bir bakış açısı içerisinde parçacıklı kesikli bir akıştır. Bu durum ışığın bir parçacık akımımı yoksa sürekli bir dalga akımımı olduğu sorusuyla benzer bir tartışma sorusudur. Hatta aynı meselenin bir diğer şeklidir desekte yanlış olmaz. çünkü zaman akımı ışık enerjisiyle fiziksel ve matematiksel bir bağa sahiptir. Hareket, zaman ve mekan içinde tanımlanır. Zaman ise mekanı (uzayda bir noktayı) temsil eden enerji dalgasının dördüncü boyut çizgisi boyunca yer alan önceki ve sonraki salınım değerlerinin bir toplamıdır. Geçmiş - gelecek ve şimdi olmak üzere üç zaman dalgası vardır.
Bu üç zaman dalgası bir 4.boyut uzayında yanyana gelirler. 3 boyutlu uzayda ise farklı zaman boyutları iç içe geçmiş yada üst üste binmiş frekanslar dizisi olarak algılanır. Zamanın bir çok tanımı vardır.
Peki zamanın bir alt sınırı, yani elemanter bir zaman varmı dır? Enerjiyi kuantlaştırabildiğimize göre evrendeki sinyallerin maksimum bir hızı olduğuna göre bu gayet mantıklı bir sorudur. En kısa zaman var mıdır? sorusu, sinyallerin yayılma hızının sınırlı oluşu yüzünden, en kısa mesafenin var olup olmadığı sorusuyla aynı şeydir.
En kısa zamana en yüksek frekans tekabül ettiğinden, en kısa zaman sorusu, aynı zamanda enerji kuantumu için bir tavan değeri olası gerekir. Ve bu en yüksek frekans değeri ışık hızında titreşen bir foton noktasını temsil eder. Ve foton lineer hız olarak(ışık hızı) zamanın akış hızıyla eşdeş bir hıza sahiptir eğer bir foton hız frekansı olarak yaklaşık 12,3 x 10 * üzeri 22 Hz / sn 'lik bir titreşim hızına erişir ve bu frekansın ötesine geçerse bizim boyutumuzu terk eder. Yani bir üst boyuta bir üst hız frekansı denen başka bir zaman akış hızı içerisine girer. Işığa ait dalga boyunun kısalmasıyla ışığın frekansıyla doğru orantılı olan enerji değeri de büyür.Kısaca dalga uzunlığunun giderek kısalması ile enerji değeride giderek yükselir. Ve ışığın en yüksek titreşim hızı olan ışık hızına karşılık gelen yüksek frekans düzeyinde ışık vibrasyonları en yüksek hızda titreşirler ve en yüksek enerji değerine ulaşırlar. Ve bu enerji düzeyi bizim boyutumuzun kuantum enerji düzeyini simgeler. Bu enerji duvarının bir frekans sıçraması ile aşılması ile bir başka kuantum enerji düzeyini ifade eden bir üst boyutun kuantum enerji havuzuna yani üst evrene geçmiş oluruz. Nasıl 'ki enerjinin kendi içerisinde frekanslar şeklinde kuantum enerji fazları şeklinde geçişler varsa boyutsal düzlemler arasında da enerji yasalarına dayalı bir geçişten bahsedebiliriz. Ve bu yeni boyutta en kısa zamanın genişliği bizim boyutumuzun iki katıdır.Bir foton yada ışık dalgası ışığın hız duvarını üç boyutlu uzayda lineer bir yayılma hızıyla geçemez. Ama bir dördüncü boyut doğrultusunda açılım gösteren ışığın iç titreşim hızı sayesinde yerinde titreşimler şeklinde bir hızlanmayla ışık titreşimleri kendi yayılma hızını(ışık hızını) aşarak bir üst uzaya sıçrayabilir.Böylece üçboyutlu küresel bir enerji havuzu oluştururcasına yayılan ışık dalgası bir dördüncü boyuta doğru saparak ortadan kaybolur. Ve bir foton bu hızı aşarsa kendini geçmiş ve geleceğe doğru yayarak zamanda sıçramalar yapar.
KUANTUM ALAN KURAMI:
Bir kaç cümle ile kuantum alan kuramı şöyle anlatılabilir: Kütle ve enerji Einstein 'ın E= m.c2 formülüne göre birbirine çevrilebilir. Boş uzay gerçekte o kadar da boş değildir( casimir etkisi). Saniyenin 10 milyar kere tirilyonda biri (10* üzeri 22) süresince ortaya çıkıp kaybolan parçacıklarla doludur. İki temel parçacık aralarında kuantum alanını ileten parçacık yani'' kuantum alanının kuantumu ''( Aslında bir parçacıgın alansal yapısını yine bir parçacık cinsinden elemanter parçacık kümeleri etkisi ve dağılımıyla açıklamak bir paradokstur) alış verişi yaparak etkileşirler. Bu yorumla boş uzayda bile parçacık karşıt parçacık çiftlerinin sürgit kendiliklerinden oluşup - yokolmaları (vakum çalkalanmaları) açıklanabilmektedir. Kuantum alan kuramında parçacıkların (proton, nötron,elektron,pozitronlar, mezonlar...) kuantum vakumunda nasıl ortaya çıkıp kayboldukları henüz tam olarak anlaşılmış değildir. Ama Einstein' ın genel görecelik ve Maxwell 'in elektromanyetik kuramları çerçevesinde salt uzay-zaman levhasındaki mikroskopik noktalarda meydana gelen bükülmelerin atom altı ölçeklerde yeni parçacıkların oluşmasını sağlayabileceğini biliyoruz. Bu bağlamda kuantum kuramının genel görecelik kuramının ayakları üstünde durduğunu söylemek yanlış olmaz. Peki ama salt uzay-zaman levhası nedir. Işığın içerisinden yayıldığı ortam tam olarak nedir. Işık gerçekten bir şey içinde mi yayılır. Yada zaman ve uzayın çizgileri ışığın elektromanyetik alansal çizgilerinin bir ifadesimidir? kuantum alan kuramı; ışık fotonlarının yada dalgalarının yada elektron, proton, nötron.. gibi atom parçacıklarının ortaya çıkış ve kayboluş süreci hakkında tam bir fikir sahibi olmasada bu iki süreç arasında her tür parçacığın saçınıp dağılması esnasındaki devinim süreci boyunca bu parçacıklara ait davranışların bir dizi olasılık hesapları (kuantum dalga fonksiyonu) cinsinden ifade edilmesine yarayan matematiksel bir teknik dildir.
Eğer zaman ve ışık üzerine tam bir bilgiye sahip olsaydık uzay/zaman da solucan deliklerini, boyut değiştirmeyi, karşıt yerçekimi dalgalarını, zaman kayması fenomenini, zaman yolculuğunu tam olarak anlayabilirdik. Ve uzay gemilerimizi ışık hızı ve üstü hızlarda zaman akımları boyunca yürütebilirdik.
Uzay/zaman'ın düz çizgilerini istediğimiz gibi eğip -bükebilirdik. Boşluk dediğimiz alana hayali mikroskoplarımızı yöneltip baktığımızda orda bir ışık frekansı havuzunu görecektik. Mikroskopun görüş gücünü arttırdığımızda karşımıza salt uzay/zaman çizgilerine bürünmüş elektromanyetik bir köpük çıkacaktı. Ve bu boşlukta bir var olan bir yok olan parçaçık bulutuyla karşılaşacaktık. Bu durumda kendimize sorarız ''bir şeye ne zaman tam olarak parçacık denir ve ne zaman bu parçacıklar boş uzayın bir ögesi olarak ele alınabilir ?'' İşte fiziğin tüm gizemi bu atom altı ölçekteki dünyada gizlidir. Tam bu noktada 'alan' parçacığa, parçacık 'ta alan 'a dönüşür. Ve uzay-zaman çizgileri birbirine karışır. Kuantum köpüğünde, kuantum fiziğinin denklemleriyle genel görecelik denklemleri birbiri içerisinde eriyerek tek bir ''etki kuantumunun'' gizli ve derin yapısını anlatan yeni bir denkleme dönüşür.Bu yeni denklemler parçaçıkları; üçboyutlu uzay-zaman kafes çizgilerinin bir dördüncü boyut doğrultusunda kendi üstüne çöküp girdaplaşarak oluşan üçboyutlu küresel ışık vorteksleri olarak tanımlar.
Bu durum enerjinin maddesel bir parçacığa dönüşmesidir.Buna göre bir parçacığın yok olması o parçacığı oluşturan 'kendi üstüne düğümlenen uzay-zaman çizgilerinin' açılıp serbest kalması anlamına gelir. Bu bir başka anlamda maddenin enerjiye çevrilmesidir. İyi ama bu durum kendi uzay yada zaman boyutumuzun dışına çıkmak anlamına gelmez! Peki bir parçacık orijinal haliyle zaman-uzayın kapalı çizgileri boyunca nasıl yerdeğiştirebilir. Parçacıkla birlikte parçacığı yansıtan uzay-zaman çerçevesini kesip başka bir uzay-zaman çerçevesi ile kaynaştırıp birleştirmek nasıl mümkün olabilir. Belli büyüklükteki bir parçacık için kuantum vakumu dalgalanmaları hissedilmeyecek kadar zayıftır. Böyle bir parçacık kendi çevresindeki uzay-zaman kafesini bozup yönlendirerek kendisini yerçekimsel bir dalga üstünde uzay-zamanın kafes çizgileri boyunca sörf yaparcasına kaydırıp sevk edebilir.
Işığın davranışını anlamak için hiperuzaya ve yüksek boyutlara açılmaktan başka çare yoktur. Benim araştırmalarım göstermiştir 'ki ışık enerjisi uzayda yer işgal eden ve uzay dan ayrı bir dalga formu değildir. Işık enerjisi uzay dokusu yada alanı denebilecek vakum enerjisinin kendisidir. Yani buna göre ışık, uzayda yayılan bir şey değildir.
Işık, zaman akımı boyunca uzaysal enerji dokusunun ''kaynatılarak köpükleştirilip dalgalar biçiminde'' geçen zaman içerisinde uzayda yayılıyormuş gibi gösterime sokulan bir zaman dalgalanmasıdır. Işığın yayılması, üç boyutlu enerjinin kendini üst boyuta doğru( kendi boyutunu) açarak kendisini titreşimler biçimde uzatıp-açarak-genişleterek- enerjinin sürdürülen hareketi biçiminde kendisini bir zaman akımı olarak -göstermesinden ibarettir. Zaman akımı ve ışığın yayılması -içsel titreşim döngüsü- arasında bir bağlantı vardır.Bu formüle edilebilirse zaman akımının fiziksel bir gerçek olduğu ortaya konulabilir. Işık enerjisinin iç titreşim modlarına doğrudan bir etki ile fiziksel olarak zaman akımını yavaşlatmak hızlandırmak yada zaman akımının ilerisine ve gerisine doğru uzay/zaman da bükülmeler yaratmak olası hale gelir.
Bu kuramın kuantum biçimindeyse kabaca uzayın her noktasında bir kuantum harmonik osilatörü bulunur. Ve bu ''nokta'' zaman ' la özdeşleştirilebilecek bir parametredir. Zamanın akım hızı ve bu harmonik osilatörün temel ışık hızıyla özdeş hız frekansı birbirine senkronizedir.Enerji ile zaman ilişkisine dair zamanın, enerjinin üretilme ''ritmi'' ne daha doğrusu enerjinin kendi değerini aynen-tekrarlama (yani kendini aynen-yeniden- üretme) frekansına bağlı olduğunu bilmeliyiz. Alan, her yere dağılmış fiziksel bir sistem olduğu için, her noktada aynı dalga frekansı ''f '' geçerlidir; böylece her noktada (uzay-zaman noktası) enerjileri h x f ' nin tam sayı katları olan ''alan tanecikleri '' yani fotonlar üretilebilir.Ve alanı yaratanda yada düz uzay/zaman levhasına neden olan şeyde bu her bir nokta arasındaki eşzamanlılık uyumudur. Evrendeki herşey bu ışık titreşimlerinden bu foton noktalarından oluşur.
Titreşim frekanslarında milyonlarca değişmeler vardır. Ancak, bilindiği gibi hiç bir şey ışık hızından daha hızlı titreşmez. Işığa ait her bir renk bandı yada frekansı farklı bir hızda titreşir. Bilim adamları ışığı yada evren denen bu elektromanyetik ışık havuzunu birbirinden ayrı bant ve dalga boylarındaki ışıma gamlarından ve hız frekanslarından oluşmuş bir frekans havuzu gibi görüyorlar. Biz bu alana sıfır nokta enerjisi yada kuantum boşluğu adını veriyoruz.
Eğer evreni ışık hızı frekansında titreşen tek bir ışık frekansı ve dalga boyu bandı gibi görebilirsek (Tek bir evrensel dalga fonksiyonu= Zaman dalgası = Bir an) ve evreni tek bir bütünsel yapı olarak görebilirsek Einstein' ın salt uzay -zaman alanına ulaşabiliriz.
Böylece zamanın akış hızı zaman/uzay salt alanının temel titreşim oranına (frekansına) ve devir adedine bağlı olmuş olur. İşte zaman/uzay salt alanının bu temel titreşim devrindeki harmonik sapmalar salt uzay/zaman geometrisinde boyutsal bir faz değişimi olan uzay/zaman eğriliği olarak karşımıza çıkar bu bağlamda yerçekiminide uzay/zamanla birlikte varolabilen bir fenomen olarak ortaya koymuş oluruz.
Bir bakıma yerçekimi zaman içerisinde meydana gelen hafif bir zaman kaymasıdır. Yani yerçekimi denen uzay eğriliği, uzay alanı içerisindeki kuantum vakumuna ait her bir noktanın diğer bir noktayla olan eşzamanlılık uyumunun yitirilerek zamansal bir faz farkınının meydana gelmesi olayıdır.Ve bu da kütleçekiminin kuantum harmonik osilatöründeki titreşimsel bir sapma olarak ortaya çıktığını göstermiş olur. Böylece ''uzay/zaman çizgilerine bağlı bir maddeyi'' oluşturan atom-altı zerrelerin elektromanyetik enerjisini hızlandırarak bir tür zaman kayması etkisi denebilecek boyutsal bir faz değişimi yaratabiliriz. Ve böylelikle Philiadelphia Deneyi' nde sözü edilen geminin, ''alansal enerjilerin karşılıklı rezonansı ve çatıştırılması ilkesiyle'' maddenin (geminin) zaman fazında da bir değişme yaratabilmemiz ve geminin ortadan kaybolması olanaklı hale gelmektedir. Bu deney bir yalan yada bir fantezi ürünü olsada bu düşünce bir gerçektir!
Zamanın zaman yolculuğuna ilişkin niteliğini açıklarken şu iki soru vardır: Birincisi zaman nelerden oluşur sorusu -birbirine kopmaz zincirlerle bağlı tarih örgüsünden mi ya da üstüste veya yanyana konmuş "an" lardan mı?
Bir dördüncü boyutta üst-üste binen ya da yanyana gelen iki ayrı zaman dilimindeki- iki ayrı olayı -üç boyutlu zihnimizle hayal edebilmek oldukça güçtür. Zaman'ı fiziksel bir uzunluk olarak görebilmeyi başardığımızda onu eğip-bükerek geçmişin ve geleceğin fiziksel noktalarıyla bitiştirebileceğimiz gerçeği ortaya çıkar. Zaman, çok plastiksi bükülüp-katlanılabilen bir akıştır, bir boyuttur ya da bir uzamdır derken 'zaman fenomeninin' enerji alanlarına bağlı bir titreşimsel ritmin yansıması olduğunu bilmeliyiz. Uzaya bağlı bu farklı zaman frekanslarının -birbirine devreden zaman titreşimlerinin- uzayda yaratılacak güçlü elektromanyetik uyaranlar karşısında birbirleriyle senkron hale gelebileceğini ve bu frekansların üstüste binip çatışabileceğini ifade etmek istiyorum. Dev elektromanyetik düzeneklerce 'uzay-zamanın enerji vakumu' içerisinde yaratılan çatışma alanlarının ortasına düşen insanlar ve cisimler, gemiler ve uçaklarda uzay-zamanın makroskopik ölçeklerde kendi üstüne bükülüp- eğrilen çizgilerince zamanda ya da mekanda kaymalara uğrayabilirler. Aslında zaman boyutlarının dördüncü boyutta asılı duran elektromanyetik bir frekanslar bütünü olduğunu kavradığımızda, katı sandığımız, gerçek dediğimiz tüm yaşamımızı paylaştığımız herşey tüm binalar, bu gezegen, yıldızlar, hatta uzay boşluğunun kendisi bile ve hatta tüm bunları yansıtan-içine alan 'Geçmiş-Şimdi-Gelecek' dediğimiz zaman kalıplarının bile dev bir elektromanyetik seraptan başka bir şey olmadığını idrak ederiz. Bu bilgi bize kendi zaman boyutumuzu nasıl etkileyerek değiştirebileceğimize dair derin bir öngörü sunar!
Sonuçta basit bir anlamda zaman makinesi modeli yüksek güç ve frekanslarda elektromanyetik alanlar üreten bir araç olarak karşımıza çıkar. Bu araç kendi alansal enerjisiyle ''bir alan frekansı yapısında olan zaman'a'' doğrudan etki ederek bir tür frekans bandı yapısında olan zaman dalgaları(boyutu) içerisinde ileri ve geri yerdeğiştirebilir.
Zaman'ın, maddeyi oluşturan enerjinin titreşimsel bir ritmi oluşu, zaman'ın maddeden ayrılmaz olması anlamına gelir. Zaman burada, maddesel oluşumun yapısına karışan bir öğe durumundadır. Öyleyse enerji denetimi ile zaman'ın akışıda(ritmi) denetlenebilir. Ayrıca konuya şöyle bir yaklaşımda da bulunabiliriz; Evren, doğa, insan ve zamanı ayrı ayrı düşünmek yerine, hepsini içiçe düşünmek ve bir bütünün parçaları gibi algılamak gerekir. Öncesiz ve sonrasız zamanı, evrenin yaratılışına paralel olarak düşündüğümüzde ortaya evrensel zaman çıkmaktadır. Bu zaman kavramı, herşeyi içine alan bir karekterdedir. Zaman deyince, insan aklının sınırlarını zorlayan zaman kavramı budur.Aslında tüm evren tek bir evrensel zaman dalgası kalıbı içerisnde kendini gösterir. Fakat zaman o kadar plastiksi bir yapıdadır ki evrendeki madde ve enerji dağılımına bağlı olarak farklı yerlerde farklı hızlarda akarak zaman/uzay çerçevesini delmeyecek şekilde esneklikler gösterebilmektedir. Yani temel zaman dalgası harmonik sapmalar ve esnemeler yapmaktadır.Ama hiç bir madde ve enerji olağan koşullar zorlamadıkça temel zaman alanının dışına çıkmaz.
Her varlığın yapı ve konumları itibariyle, izafi zamanları vardır. Zaman, evren boyunca ne kadar esneyip kasılsada ''zaman'ı'' heryerde geçerli olmak üzere genel bir an olarak nitelemek yerinde olur. Buradan hareketle, doğası açısından zamanın tekliği ve sabitliği söylenebilir. Zaman boyutlar içinde farklılıklar gösterir. Bizim için çok önemli olan zaman olgusu, farklı bir boyutta belki hiç önemli olmayacaktır. An,evrenin heryerinde şimdi değildir. Her yerin, her sistemin kendine özgü bir zamanı vardır. Bu nedenle, bir olayla ilgili, her sistemin yaşamakta olduğu zamanı, bu sistemin diğer sistemlere olan relatif, yani izafi durumunu belirlemezsek,o olayın şimdi ve bu anda olduğunu söylememiz imkansız olur. Bizim için şimdi ve sonra kavramları, başka bir boyutta, farklı bir şimdi ve sonra kavramı haline dönüşür. O halde bizim için “an” şimdi olmakla birlikte,başka bir boyutta şimdi değildir. Acaba evren insanın bildiği üç boyuttanmı oluşmuştur? Başka boyutlar varmıdır? Ancak zaman, mekan içinde bir dördüncü boyuttur. Evet başka zaman/uzay süreklilikleride vardır. Zaten boyut farkına neden olan şey farklı zaman akış hızları yada farklı zaman fazları denen şeydir.
Aslında ne ilginçtirki kendi zaman ve mekanlarına sahip farklı boyutlar burda bizim zamanımızda kesişiyorlar. Yani iç-içe farklı boyutsal realiteler vardır. Ve her boyut bir temel titreşim düzeyini(temel zaman alanını) ifade eder. Buna göre bu boyutlardan birine ait bir maddenin titreşim frekansının bir şekilde diğer boyutlardan etkilenerek bir anda diğerine atlaması anlaşılmaz birşey değil! Cisimler bir anda başka bir boyuta geçiyor ve sonra yeniden kendi boyutunun frekansına dönüyor. Zaman frekansları bizim şu anımızdan geçmiş ve geleceğe doğru açılan bir zaman çizgisini oluşturmakla birlikte, Şu AN'ın zaman frekası dalgasını genişletecek olursak bizim geçmiş ve geleceğimizde yer almayan farklı bir uzay/zaman sürekliliği içerisine doğru kendimizi kaydırmış oluruz. Bu zamanda yolculuk değildir. Sadece farklı bir paralel evrene geçiştir. Oranın kendine göre farklı bir zaman akış hızı vardır. O boyut bizim zaman/uzay sürekliliğimizden ayrı bir maddesel realitedir.
Bilinmelidir ki geçmiş, gelecek ve şimdi, ardardına gelen, devreler halinde birbirini takip eden titreşimler serisidir.Şimdi'ki zaman'ı belirleyen titreşim dalgasının genliği-dalga boyu ve vuruş genişliği üstünde bir sapma yaratarak zaman frekansları arasında karışıklık yaratarak bir zaman diliminden diğerine sıçrayabiliriz. Zaman çizgisinin kendisi üst- üste binen üç boyutlu elektromanyetik frekanslardan kurulu bir hologramlar bütününü temsil eder. Her bir an bir uzay/zaman hologramı'nı ifade eder. Bu hologramın fiziksel yapısı 'üç boyutlu elektromanyetik bir ışık havuzu' olarak görülmeli. Matematiksel olarak nokta hareketle çizgiyi, çizgi hareketle yüzeyi meydana getirdiği gibi an'sal noktalar( biribirine devreden titreşimsel atmalar)da hareketle zaman çizgisini meydana getirir. Ve böylece üstüste binerek, yanyana gelerek birbirini tamamlayan boyutlar silsilesi ortaya çıkar.
Aslında içinde bulunduğumuz gerçeklik zaman yolcuları tarafından binlerce kez değiştirilmiş orijinal gerçekliğin çarpıtılmış bir hali olabilir. İnsan anıları ve belleği de zaman ve uzay matriksinin bir parçası olduğu için zamanın içindeki insan bu değişikliği asla fark edemez! Bize sanki geçmiş hep aynı geçmiş gibi gelir. Ama 'gerçek' görmek istemeyeceğiniz kadar esnek, kaotik ve plastiksi bir yapıdır.
Sonsuz geçmiş ve gelecek birbiriyle kuvantum vakumu düzeyinde grift bir bağlantı içerisindedir. Geçmiş ve gelecek iç içe frekanslar halinde yaşanır. Geçmiştekiler bizi kendi ''şimdi'' lerinden algılayabilecekleri gibi bizde şimdiden geleceğe ait görüntü, ses ve bilgileri yakalayabiliriz. Tarihin değiştirilebileceği düşüncesi çatallaşan zaman/tarih düşüncesini de beraberinde getirir. Yani geçmişi değiştirirseniz, özgün zaman akışına -ki özgünlügü her zaman bir soru işareti taşır zaman yolculuğu olasılığının kabullenilmesiyle beraber- paralel yeni bir zaman akışı oluşabilir.. Nazi Almanya'sının dünya savaşını kazandığı bir tarih bunun olmadığı bir tarihle yanyana ayrı bir evren olarak var olabilir. Bunlara en iyi örnekler "alternatif tarih" öyküleridir. "Paralel dünyalar" ya da "paralel zamanlar" evrenin ve zamanın, zaman yolculuğuna izin veren yapısını açıklar. Aslında bir gerçeklik ve tek bir dünya vardır. Fakat olası potansiyeller sonsuzdur.Yani belki dünyada ilk söyleyen kişilerden biri olacağım fakat zamanın derin sırrını anlayanlar sanıldığı gibi aynı AN'da bir çok alternatif dünyanın illede bir arada olmasına gerek olmadığını anlayabilirler. Sanıldığı gibi bir yerlerde varolduğu sanılan ''alternatif zaman çizgileri'' sadece matematiksel olarak evrenin olası eğilimleri dizgesinin soyut bir ölçümü olarakta varolabilir. Fakat gerçekte olan tek bir dünyadır, bir çok dünya gerçeği değil..! Söz konusu olan tek bir gerçekliktir.
"Zaman'ın var olduğu hangi anlamda söylenebilir?"
Çünkü Aristo'ya göre kaba bir tanımla sadece şekil ve maddenin karışımı olan şeylerin var olduğu söylenebilir. Geri kalan her şey bunlara atfedilen niteliklerdir. Zaman bir cismin (mesela bir saatin ya da yıldızların) hareketleri ile tanımlanır daha doğrusu bu "hareketlerin sayısıdır zaman". Bununla birlikte hareket cisimlerin bir niteliğidir. Öyleyse zaman da cisimlerin bir niteliği olmalıdır. Yani bir uzayda cisim yoksa orada hareketten bahsedilemeyeceği gibi zamandan da bahsedilemez.
Plotinus bu tanıma pek çok bakımdan karşı çıkar.Herşeyden önce ona göre zaman bir sayı sırası değildir ancak sayılarla "numaralanan" şeydir. İkinci olarak ona göre zaman harekete değil,hareket zamana ihtiyaç duyar.Çünkü hareket bir cismin sürekli bir "anlar serisi" içinde sürekli bir noktalar serisinde bulunmasıyla gerçekleşir.Yani Plotinus'a göre cisimler dursa bile zaman akmaya devam eder,hareket de durgunluk da zaman içinde yer alan şeylerdir fakat zaman hiç birşey içinde yer almaz.
Esasında Aristotales de tanımındaki bir eksikliğin farkındadır ve şöyle yazar:"Zamanı hareketle ölçüyoruz ve hareketi de zamanla..."
“Zaman” dediğimiz (Einstein’ın 4. boyut adını taktığı) kavram, tamamen enerji - madde ve mekan üçlüsüne bağlı bir gelişimdir; madde - enerji - mekan sistemleri sabit, değişmez kalırlarsa, zaman diye bir şey oluşmuyor. "Olay" dediğimiz kavram, bir enerji akımı veya aktarımını yansıtır. Sokaktaki insanların ve diğer öğelerin bir an için her türlü enerji dönüşümünü kestiklerini düşünün: Hiçbir insanın hiçbir hücresi enerji alış-verişi yapmayacak; dolayısıyla hiçbir organı hareket etmeyecek ve insanlar bir heykel gibi o anki konumlarında donup kalacaklar; dünya dönmeyecek, sıcaklık değişmeyecek, hava hep aynı aydınlık derecesinde kalacak, rüzgar olmayacak, vs.. Bunun anlamı, her türlü enerji akışının durmuş olması ve hiçbir "olay" olmamasıdır.
Düşünün, yukarıda anlatılan film şeridinde sahnelerde hiç bir değişiklik olmasa, her sahne bir diğerinin aynı olsa, “zaman” denilen farklılaşma belirtisi nasıl algılanabilirdi? Bir insan hiç değişmese, çevresindeki hiç bir şey değişmese, güneş hep aynı konumunda kalsa, ağaçlar büyümese, rüzgar esmese, kısacası, her şey bir resim gibi dondurulmuş olsa, zaman kavramıyla neyi kastedecektik? Dolayısıyla, “zaman”, madde -enerji- mekan üçlüsü arasındaki değişim ve dönüşümün göstergesidir. Değişim ve dönüşüm, enerjinin bir yerden başka bir yere akması sonucu oluşan bir olaydır. Bu değişim ve dönüşüm hem canlılar hem de cansızlar aleminde vardır; değişim ve dönüşümün kısa tanımı da “EVRİM” olduğuna göre, evrim hem canlılar aleminde, hem de cansızlar aleminde söz konusudur. Dolayısıyla, evrim(değişim) zaman kavramının eş anlamlısı olmaktadır. Bu anlamda ''hareket -enerji ve zaman'' aynı şeyi ifade eden üç kavramdır. Bu üç kavram tek bir kavramda birleşir bu kavram IŞIK 'tır.
Kırılma İndisini Hesaplayan Balık
Doğadaki en keskin nişancılardan biri okçu balığıdır. Balık su yüzeyine yakın bir noktadan suya yakın bir dal ya da yaprakta duran böcekleri gözler. Hedefini belirlediği anda şaşırtıcı bir şey yapar: Ağzından püskürttüğü suyla hedefini vurur ve bulunduğu yerden suya düşürür. Adeta sudan bir okla vurduğu böceği hızla yakalayıp yutar. Bu avlanma şekli oldukça hassas ayarlamalara dayanır. Öncelikle balığın suyun içinden havada bulunan canlının yerini doğru şekilde belirlemesi önemli bir başarıdır. Çünkü ışık, yoğunluğu farklı ortamlar arasında geçiş yaparken açı değiştirir ve yanılmalara neden olur. Suyun içine uzattığımız bir sopanın su içindeki kısmının görüntüsünün kırılmış durması gibi...
Okçu balığı ise açı sapmasını "hesaplar" ve ona göre nişan alır. Fizikte kırılma indisi olarak bilinen faktör balığın hedefini vurmasını engellemez.
Bu avlanmanın bir diğer önemli unsuru, balığın ağzında bulunan su püskürtme sistemidir. Balığın püskürttüğü su son derece düzgün bir çizgi üzerinde ve dağılmadan hedefine doğru ilerler. Bu sistem özel bir ağız yapısı ve kas dokusuna dayanır. Suyun püskürtülmesi için belli miktar basınç gereklidir, gevşeyerek suyu içeri alan kasların aniden kasılmasıyla bu basınç elde edilir.
Balık hedefini vurup suyun içine düşürdüğü böceği yakalamada çok hızlı davranmalıdır. Çünkü başka balıklar bu avı kolaylıkla çalabilirler. Okçu balık için avını yakalamak hiç de sorun oluşturmaz, çünkü o daha avına atışını yaparken avının nereye düşeceğini hesaplamıştır bile!
Bilimsel adı Toxotes jaculatrix olan bu balık türü üzerinde son bir araştırmayı, Almanya'nın Freiburg kentindeki Albert Ludwigs Üniversitesi'nden Stefan Schuster gerçekleştirdi. Balığı hızlandırılmış video kameraya çeken Schuster, avın düşeceği yerin ne kadar sürede hesaplandığını belirledi. Buna göre balık, avının nereye ve ne zaman düşeceğini çok kısa bir sürede, saniyenin yalnızca onda birinde hesaplayabiliyor. Journal of Experimental Biology adlı dergide yayımlanan çalışmaya göre bu hesaplama için tek bir bakış yeterli oluyor.
Tüm bu özellikleri okçu balığını, mükemmel tasarlanmış bir püskürtme sistemine sahip, matematiksel hesaplamalar yapabilen bir canlı kılmaktadır. Peki ama akıldan yoksun bu balık nasıl olup böylesine kesin fiziksel hesaplamalar yapabilir? Sudan havaya geçişte kırılma indisinden kaynaklanan açısal farkı nereden biliyor olabilir? Dahası balığın bedeninde bulunan ve kas sistemiyle, ağız yapısıyla kusursuz olan püskürtme sistemi nasıl ortaya çıkmıştır?
Püskürtme sistemi de bir su tabancası gibi çalışır. Bir su tabancasını incelediğimizde bir basınç pompası, onu çalıştıracak bir tetik mekanizması ve püskürtme ağzı dikkatimizi çeker. Bunların suyu bir çizgi halinde atması için özel olarak tasarlandığını anlarız.
Aynen su tabancasında olduğu gibi balığın püskürtme sistemi de özel parçalardan oluşur. Kasılıp gevşeyerek basınç oluşturacak bir kas sistemi, kas liflerini tetikleyecek sinir hücreleri ve suyun çizgi halinde gitmesi için özel olarak şekillendirilmiş ağız... Bu parçalar olağanüstü bir organizasyon içinde biraraya getirilmiştir.
Soğan Doğrarken Neden Gözümüz Yaşarır?
Soğan besleyici bir gıda olmasının yanı sıra müthiş bir aromatik özelliğe de sahiptir. Bu aromada içindeki kükürtlü maddelerin büyük etkisi vardır, ancak aroma tek başına kükürtlü maddelerden kaynaklanmamaktadır. Soğanda sülfür ihtiva eden amino asitlerin türevleri de vardır.
Bir soğanı kestiğinizde bunlardan 'SI propenylcysteine-sulphoxide' adındaki madde çözünür ve gözlerimizi tahriş eden 'proponal-S oxit' adlı maddeyi ortaya çıkarır. Bu maddenin gözümüze değmesi ile hidroliz olur. İçinde eser miktarda bulunan sülfürik asit gözümüzü yakar ve yaşarmasına neden olur.
Bu bileşimler çok dengeli değillerdir. Örneğin çok düşük bir ısı işlemi sonucunda dahi tamamen yok olurlar. Bu nedenle de pişmiş soğanda hiç bulunmazlar ve göz yaşartamazlar. Soğan doğrarken gözlerinizin yaşarmaması için önerilen birçok önlem vardır.
Önce en ciddisini söyleyelim. Bazı aşçılar soğanı kesmeden önce ıslatmayı, keserken de ıslak tutmayı veya soğanı çeşmeden akan suyun altında kesmeyi öneriyorlar. Bir başka görüş ise soğan doğrarken ağızdan nefes almayı tavsiye ediyor. Bu görüşe göre gaz nefesimizle birlikte burnumuza girip gözümüze yaklaşmak yerine doğrudan ciğerlerimize girer ve çıkarmış. Bunu sağlamak için de dişlerimizin arasına bir metal kaşık koymak yeterliymiş.
Soğan doğrarken gözlerin yaşlanmasını önlemek için, dudaklar arasında bir limon dilimi, dişler arasında bir kesme şeker veya dörtte bir dilim ekmek bulundurmayı önerenler de var. Böylece ağzımıza alacağımız bu gibi şeylerin, aldığımız nefesteki sülfür gazını emdiğini iddia ediyorlar.
Ateşimiz Çıkınca Neden Üşürüz ?
Ateş bir hastalık değildir. Beden sıcaklığının artması olarak ortaya çıkan bir belirtidir. Hemen hepimiz soğuk algınlığı, öksürük ya da boğaz enfeksiyonu nedeniyle ateşlenmişizdir. Ateş çoğunlukla bakteri ve virüs enfeksiyonlarından kaynaklanır, ama bedenin herhangi bir yerindeki iltihap da ateşe yol açar.
Beynin, bedenin otomatik işlevlerinin çoğunu düzenleyen bölgesi olan hipotalamus, beden sıcaklığını belirli sınırlar içinde tutar. Beden sıcaklığı yükselince kan deriye yönelik ve terleme yoluyla ısı kaybı olur. Sıcaklık düştüğündeyse kaslar glikoz yakarak ısı üretir. Kasların çalışmasındaki bu küçük artış genellikle fark edilmez, ama üşüme çok artarsa kasların çalışması da hızlanır ve kişi titremeye başlar.
Normal beden sıcaklığı diye bilinen 37 derece, ortalama bir değerdir. Sağlıklı kişilerin normal sıcaklığı 35,6 derece ile 37,2 derece arasında değişir. Beden sıcaklığı sabah saat 4ten başlayarak gün boyunca artar ve akşam 6da en yüksek değerine ulaşır. Bu iki değer arasındaki fark, 1 dereceı bulabilir. Ateşi yükselmiş kişilerin gece terlemeleri, günlük normal sıcaklık kaybının artmasından başka bir şey değildir.
Ateşin çok yükselmesi öldürücü olabilir. 41,1 derecenin üstündeki ateş, yetişkinler için tehlikelidir; 42,2 derece ise beyne kalıcı zararlar verebilir. Ancak böylesine yüksek ateşe çok ender rastlanır. Yüksek ateş çoğunlukla hastayı, ılık suya batırılmış bir süngerle silmekle düşürülebilir. Ateşin, enfeksiyon ya da başka hastalıklarla neden yükseldiği tam anlamıyla bilinememektedir. Bedenin savunma sisteminin en önemli bölümünü oluşturan akyuvarlar, “pirojen” adı verilen bir madde salgılar. Bu madde hipotalamusu etkileyerek beden sıcaklığının yükselmesine yol açar. Aspirin gibi ilaçlar ise, hipotalamusun gönderdiği sinyallerin iletimini durdurarak ateşi düşürürler.
Ateşin en sık görülen nedenleri nezle ve boğaz ağrısı ile birlikte seyreden virüs enfeksiyonlarıdır. Virüslere karşı etkili bir tedavi bulunmadığından yapılacak tek şey ateş düşünceye kadar dinlenmektir. Yaygın olarak görülen öteki ateşli hastalıkların nedeni solunum yolları, idraryolları ve bağırsak enfeksiyonlarına yol açan bakterilerdir. Bakteriler tüberküloz, tifo ve apse gibi ateş yapan daha ciddi rahatsızlıklara da neden olur. Bakteri enfeksiyonları antibiyotiklerle tedavi edilebilir. Tropikal bölgelerde ise ateşli hastalıklara, bakterilerden biraz daha büyük olan, bir hücreli asalaklar yol açarlar. Buna en iyi örnek sıtmadır. Bunlardan başka, birçok tümör ve ilaç da ateş yapabilir.
Gezegenlerin Dönerken Çıkardıkları Sesler Nasıldır?
Hiç Dünya kendi etrafında dönerken nasıl bir ses çıkarıyor merak ettiniz mi?
Merak etmeseniz bile farklı amaçlarla evrenin gizemlerini çözmek için uzaya gönderilen uzay gemilerinin kaydettiği sesleri duyduğunuzda çok şaşıracaksınız!
Kulaklarımız o kadar hassas ki en küçük seslerden tutun da çok en gürültülü seslere kadar herşeyi büyük bir netlikle duyabiliriz.
Geceleri ağzımızdaki küçük bakterilerin dişlerimizde meydana getirdiği etkiyi, yani o sesi duymamız nasıl imkansızsa, dünyanın kendi etrafında dönerken çıkardığı sesi de duymamız bir o kadar olanaksız. Yoksa uyuyamazdık.
Bilim işte bu noktada boş durmayıp keşfediyor. Linkte bulunan sayfada dünyanın dönerken çıkardığın sesi dinleyeceksiniz. Linkte ayrıca NASAnın uzaya fırlattığı Gemini, Mercury ve Apollo gibi araçları uzayda kaydettiği seslere de şahit olacaksınız.
Bu inanılmaz keşif için linki açtıktan sonra istediğiniz gezegenin üzerine tıklayın ve kendinizi uzayın derinliklerinden gelen seslere bırakın.
İşte O Sesler
Neden Hıçkırırız?
Akciğerlerimiz kaburgalarımızın içinde birer torba gibi dururlar. Nefes aldığımızda bu torbalar içerlerine alabildikleri kadar hava alarak şişerler. Göğsümüzü karnımızdan ayıran ve akciğerlerimizin altına bitişik büyük bir kas olan diyafram büzüşerek ciğerlerimizin genişlemesini sağlar nefes almamıza yardımcı olur.
Süratli yemek yenildiğinde yutkunma neticesinde yemek ile birlikte bir miktar da hava alınır. Hıçkırık yiyeceğin yüzeyine yapışarak sindirim sistemine giren bu havayı atmak için sistemin gösterdiği bir tepkidir. Diyafram süratle büzüşerek çok ani ve hızlı nefes almamızı sağlar. Bu arada boğazımızın üst tarafında ses tellerimizin bulunduğu kısımda bir kapanma olur ve buradan geçen hava bir an bloke edilir. Bu da 'hıck' şeklinde bir sesin çıkmasına neden olur.
Midedeki bir olayla diyaframın ilişkisi bu iki organdaki sinirlerin birbirine çok yakın hatta iç içe geçmiş olmalarındandır. Bu nedenle en çok yemekten sonra hıckırırız. Sindirim işlemi bittikten sonra hıçkırık olmaz. Hıçkırığı önlemek için çok çeşitli öneriler vardır. Baş aşağı durmak yavaş yavaş su içmek kollan yukarıda tutmak nefesi tutmak ileride bir noktaya bakarak derin nefes almak buzlu su içmek nefesi tutarak üç kere yutkunmak nane yutmak parmağı kulağa bastırarak su içmek ve korkutmak gibi.
Bunlardan korkutarak insanı şok etmek dolayısıyla sinir sistemini etkilemek derin nefes alarak diyaframın mideyi itmesini sağlamak ve de kandaki düşük karbondioksit seviyesinin hıçkırığın oluşumunu hızlandırdığı bilindiğinden nefesi tutmak en mantıklı önlemlerdir.
Aslında ise bu önlemlerin hiçbirine gerek yoktur. Hıçkırıklar yaklaşık 5 saniyede bir olur ve genellikle bir dakikadan fazla sürmezler. Siz önlemlerle uğraşırken o zaten kendi kendine kesilir. Hıçkırığı kesmek için kabul edilen genel görüş hiçbir önlemin hıçkırığı kesmediğidir. Ancak aylarca süren istisnai durumlarda muhakkak tıbbi müdahale gerekir hatta bu durumlarda sinirler üzerinde operasyon yapılması bile gündeme gelebilir.
Çok miktarda biber yemek gibi kimyasal yanmaların enfeksiyonların ve ülser gibi hastalıkların da hıçkırığı meydana getirebilecekleri ileri sürülüyor. Hıçkırık süresince bir şey yememekte ve içmemekte fayda vardır çünkü bu sırada tekrar fazla hava alınabilir.
Hıçkırığı önlemek için en iyisi yemeği yavaş yiyin çok miktarda yemeyin yemek yerken karbonatlı içki içmeyin yemeğe konsantre olun çok konuşmayın ve gülmeyin.
Olay Yerindeki Kan İzlerinin Belirlenmesinde Kullanılan Kimyasal
Olay yeri incelemenin vazgeçilmez kanıtları parmak izi ve kan izleridir. Cinayet mahalinde, kan izlerini arayan polisler, bazı kimyasallar kullanarak kan izlerini bulmaya çalışırlar. Olay yerindeki eser miktardaki ve hatta temizlenmiş kan izlerini bulan kimyasal Luminol denilen ve kan ile tepkimeye girdiginde, mavi-yesil renkli ışık saçan aşağıda yapısı verilen bir amin türevidir. Luminol nasıl oluyor da gözle görülmeyen kan kalıntıları sayesinde bu şekilde bir ışık saçabiliyor?
Kimyasal bir tepkimenin gündelik yaşama gayet fonksiyonel bir şekilde uygulanmış halidir. Şu bol bol izlediğimiz, kanıtların peşinde koşan dedektiflerin eli ayağı olan kanıt toplama ekiplerinin en büyük yardımcısı olan luminol görünmeyen kan lekelerini büyülü bir iksir misali görünür hale getirir.
Mucizenin temeli kemiluminesans dediğimiz olaydır. Burada luminol maddesi, hidrojen peroksit ile birlikte kan olduğu tahmin edilen bölgeye sıkılmak ve eğer kan kalıntıları varsa, kandaki hemoglobinin Fe2+ iyonları, luminol’un hidrojen peroksit ile yükseltgenmesi tepkimesini katalizleyip, luminol’un, aminoftalat’ a yükseltgenmesini sağlamaktadır. Yani, aslında hidrojen peroksit ile luminol karışımı kendi kendine tepkimeye girmemekte ama bir metal katalizörüne ihtiyac duymaktadır. Kan kalıntılarındaki gözle görülmeyen demir iyonları bile bu iş için yeterli olmakta ve bize mavi-yesil ışık saçarak kanın varlığını ispat etmektedir.
Oluşan yüksek enerjili aminoftalat enerji fazlalığından dışarıya foton yani ışık yayarak kurtulmaktadır. Kemilüminesans olarak bildiğimiz bu tepkime adli incelemerde oldukça işe yaramaktadır.
Aşk Vücutta Nasıl Başlar?
Beynin belli bölümleri aşkın başlatılması, ilerletilip, doyuma ulaştırılmasında farklı derecelerde rol almaktadır. Beyin korteksi (dış yüzeyi) kişinin duygusal ve cinsel anlamda yaşadıklarından öğrendiklerini daha sonra kullanılmak üzere depolama işlevini görmektedir. Beynin frontal korteksi (beynin ön bölgesini örten beyin dış yüzeyi) kişiler arası ilişkiler, duygusal ve cinsel seçimlerde ve kişisel eğilimlerde görev alacak öğrenme işini üstlenmiştir. Bazal ganglion olarak adlandırılan accumbens çekirdeği bir ilişkiyi ya da cinsel işlevi başlatmada ve zevk alma işlevinde uyarıcı görev üstlenmektedir. Gene buraya komşu striatum bölgesi karşı cinse olan duygusal ya da cinsel çekimi izleyen dönemde yapılacak hareketleri kolaylaştırma, ilgiyi aktif eyleme dönüştürme konusunda ön plandadır. Duygusal yaşantılamada en büyük rolü üstlenen Limbik Sistem; görerek, işiterek, koklayarak ve dokunarak bir takım hislerin edinilmesinde ve duygusal çekim hissetmede önemlidir. Daha önce öğrenilen bilgiler ve yeni edinilen izlenimlerin birleştirilmesi gene bu alanda gerçekleştirilmektedir. Hipotalamus ön çekirdeklerinde, erkeklerden beklenen duygusal ve cinsel davranışlar yönetilir. Erkeklik hormonu testesteron ve dopamin adlı bir başka hormon bu sistemi aktive etmektedir. Hipotalamusun arka çekirdeklerinden kadına özgü cinsel ve duygusal yaşantılar yönlendirilmektedir. Bu sistem de kadınlık hormonu olan östrojen ve serotonin dediğimiz başka bir hormonca aktive edilir. Son olarak hipofiz bezi de beyinden çıkan yapılması uygun bulunan davranışların, hissedişlerin vücudun gerekli organlarına iletilmesini sağlar. Testesteron, östrojen, melatonini uyaran hormon, tiroid bezi hormonları, progesteron ve prolaktin düzeylerinin artışı cinsel çekim ve eylemleri kuvvetlendirirken; serotonin, dopamin ve GABA denilen hormonların düzeylerindeki artışlar bu durumu azaltmaktadır.
Yaşanılan bazı vücutsal sorunlar ve hastalıklar da kişilerle ilişkileri ve karşı cinsle ilişkileri olumsuz etkilemektedir. Kişide yaşın ilerlemesi eğer yetersizlik, pişmanlık ve değersizlik duygularını oluşturursa, kişi zamanında sağlam dostluklar, doyum sağlayıcı işler yapmışsa, kendisiyle barışık olduğundan ileri yaşlarda bile aşkı gençlik yıllarındaki kadar kuvvetli yaşayabilir.
Mevsimlerin etkisi de aşkın yaşanmasında önemlidir. Özellikle bahar ve yaz aylarında güneş ışınlarının insan hormonel sistemine etkileri aşkın daha yoğun hissedilmesine yol açar. Bahar ve yaz ayları tüm doğanın canlanıp, uyanmasına yol açtığı gibi duygusal bakış açımızı da zenginleştirip, cesaretlendirir. Melanosit denen vücuda renk veren hücreler, bu aylarda artar.
Kendiliğinden İyileşen Lastikler
Paket lastiklerini herkes bilir. Yeni olanlar oldukça dayanıklı olur ama az biraz kullanılmış olanları, hele de güneş altında kalmış olanlar, oldukça kolay koparlar. Kopunca da yapılacak birşey yoktur. Eğer yenisi yoksa elimizde bazen, kopan parcayı bağlamak söz konusu olur ama bu da asla eskisinin yerini tutamaz. Sadece paket lastiklerinde değil birçok oyuncak, araba/bisiklet lastikleri için de aynı durum söz konusu tabii ki.
Ama görünen o ki artık bu sorun ortadan kalkmak üzere. Nature dergisinde yayımlanan bir makalede [1], bir grup Fransız kimyager, fiziksel olarak iki parçaya kopmasına rağmen, sadece basit bir şekilde yanyana getirmekle, tekrar eski haline gelen bir madde geliştirdiklerini rapor ettiler.
Klasik lastikler, polimerlerden yapılıyor ve kopması durumunda artık eski halini almaları, fiziksel bir şekilde pek mümkün olmuyor. Ancak, yapılan bu çalışmada elde edilen lastik, bir polimer değil ve supramoleküler yapıda, polimerlere nisbeten oldukça küçük olan moleküller olan oligomerlerden [2] ve bu oligomerlerin kuvvetli hidrojen bağlari ile bir arada tutulmasından oluşuyor. İyileşmenin altında yatan sır da burada yatıyor. Kopan iki parçayı fiziksel olarak yanyana getirmek, kopan hidrojen bağlarını tekrar eski haline getirmeye yetiyor. Bu tıpkı su damlalarının birleşerek tekrar bir su birikintisi haline gelmesini andırıyor.
Ancak molekülleri bir arada tutan hidrojen bağları, çok da düzenli olmadığı için elde edilen madde de, kristalleşemiyor ve esnek bir plastik halinde kalıyor. Bu da zaten istenilen bir özellik olmuş oluyor.
İlginç olan ise kopan iki parçadan birinin kopmuş yüzünü, kopmamış bir yüzeyle birleştirmeye calışıldığında bu islemin basarısız olması. Yani, iyileşmenin olması için dengesi bozulmuş hidrojen bağlarının olması gerekiyor. Fiziksel koparma ile yüzeyden kopan hidrojen baglarının, kendi içinde tekrar dengeye gelmesi gerekmekte ve işin güzel yani da kopan parçanın kendi içinde tekrar hidrojen bağları yaparak dengeye gelmesi oda sıcaklığında 1 hafta sürmekte. Sıcaklığın artması ile de bu süre beklenildiği gibi azalmaktadır (Örneğin 90 °C'de 15 dakika sonrasında iyileşme mümkün olmuyor). Yani sıcaklığın etkisi ile kopan yüzeydeki hidrojen bağları, kendi içinde cabucak dengeye gelebilmekte.
Kendiliğinden iyileşen maddelerin ilki değil elbette bu. Makalede daha önceki çalışmalarda, sadece oda sıcaklığında fiziksel temas ile bu mümkün olmayıp, yüksek sıcaklık veya kuvvet uygulamak gerektiği ifade edilmekte. Ve de supramoleküler moleküllerle plastik benzeri bileşikler elde etmek mümkün olmasına rağmen [3], bu yeni madde elastikiyet özellik (ve tabi kendiliğinden iyileşme) gösteren ilk supramoleküler bileşik olma özelliğini taşıyor.
Ayrica sentezinde ucuz, basit karboksilik asitler ve ürenin kullanılıyor oluşu ile de bu buluş ileride gündelik hayattan savaş sanayisine kadar bircok değişik alanda kullanılmaya aday görünüyor.
[1] Cordier, P., Tournilhac, F., Soulié-Ziakovic, C. & Leibler, L. Nature 451, 977-980 (2008).
[2] Oligomerlere kücük polimerler demek mümkün. Monomer sayisi, 10 ila 100 arasinda degisir. Bu da polimerlere göre oldukca düsük bir sayidir.
[3] Bouteiller, L. Assembly via hydrogen bonds of low molar mass compounds into supramolecular polymers. Adv. Polym. Sci. 207, 79–112 (2007).
Naneli Şeker Nasıl Ferahlatır?
Ağzınız dahil olmak üzere tüm deriniz üzerinde sıcak ve soğuğu algılayan almaçlar vardır. Nanede bulunan mentol, dil üzerindeki soğuk almaçlarını "kandırır" ve aktive olmasına neden olur. Aynı şekilde sıcak almaçlarını kapatır. Bu sebeple sıcak bir su içseniz bile bunu hissetmezsiniz.
Benzer şekilde kırmızı biberde bulunan “Kapsaisin” adlı madde bu işlemi tersten gerçekleştirir. Sıcak olmasa bile, sıcak almaçlarını aktive eder soğuk almaçlarını kapatır. Bu sebeple, durduk yere sıcakmış gibi hissedersiniz.
*Almaç=Reseptör=Isıyı/Soğuğu ya da belli moleküllerin varlığını tespit eden moleküller
Not: Eliniz yandığında (küçük yanıklarda) yara bölgesine diş macunu sürün. Macunda bulunan mentol, derinizin sıcağa aşırı olarak hassaslaşmış sıcak almaçlarını kapatacaktır. Yanan bölgedeki acınız 1-2 sn. içinde tamamen geçecektir. (Kişisel deneyimim)
Dipnot: Açık yaraya diş macunu sürmeyin.
Not: Acı biberde bulunan Kapsaisin maddesi suda çözünmez. Yani biber yedikten sonra su içmeniz hiç bir işe yaramaz. Bu madde yağda çözünür. Bu yüzden süt ya da yağlı başka maddeler yemenizi öneriyorum. (Doğudaki bol yağlı yemek yiyen insanların nasıl bu kadar acıyı yiyebildiğiniz biraz daha iyi anlamışsınızdır.)
Kaynak
http://www.nature.com/nature/links/020307/020307-1.html
İlaç Alınan Günlerde Neden Greyfurt Suyu İçilmez?
İlaçların alınacağı günlerde greyfurt suyunun tüketilmemesi doktorlar tarafından özellikle vurgulanır. Başta, kalp ve tansiyon hastaları olmak üzere, düzenli olarak ilaç kullanan hastaların bu uyarıyı hayatları boyunca dikkate alarak yaşaması gerekebiliyor. Aksi takdirde, ilaçlar yan etkilerini ciddi bir şekilde gösterip ölüme kadar giden ciddi sonuçlara sebep olabiliyor.
Peki, likopen, C vitamini ve lif açısından zengin ve besleyici bir meyve, ilaçla beraber alındığında neden bu kadar ölümcül olabiliyor?
Bu sorunun cevabı, bağırsaklarımızda yatıyor. Bağırsakların iç yüzeyindeki hücrelerde “CYP3A4” adı verilen bir enzim bulunur. Temel görevi, vücutta doğal olarak bulunmaması gereken maddeleri metabolize edilip parçalamak olan bu enzim, özellikle ilaçların sindirim sistemi içinde yıkılmasında önemli bir role sahip. Sahip olduğu bu detoksifikasyon görevi sebebiyle, ağızdan alınan ilaçların büyük bir kısmı kan dolaşımına katılamadan parçalanıp atılıyor. İlaçlardaki etken maddesi miktarı da bu parçalanma göz önüne alınarak hesaplanıyor.
Mesela, bir ilacın etken maddesi 40 mg ise, bu ilaç alındığında sadece küçük bir kısmı (örn 4-5 mg’ı) bağırsaklarda emilebiliyor. Geri kalan kısım, yukarıda bahsedilen enzimin de katkısı ile emilemeden parçalanıp vücuttan atılıyor. Bu sebeple, ilaçlarda doz başına düşen etken madde miktarı, normalde verilmesi gerekenden çok daha fazla olarak hazırlanıyor.
Vücudun alması gereken etken madde miktarı 40 mg ise, ilacın içindeki miktar 100 mg yapılıyor. Böylece, etken maddenin çoğu yıkılsa dahi bir kısmı emilebiliyor.
Greyfurt da etkisini bu enzim üzerinden gerçekleşiyor. Greyfurt da bulunan furanocoumarin’ler (en bilinenleri bergamottin ve 6’7’-dihydroxybergamottin) geri dönüşümsüz bir şekilde bu enzimlere bağlanıp inaktif hale gelmesine neden oluyor. CYP3A4 enziminin inaktif hale gelmesi ile alınan ilaçların yıkımı da duruyor. Yıkımın durmasıyla doz içinde bulunan etken madde yıkılmadan olduğu gibi emiliyor. Vücudun gerektirdiği miktar 40 mg iken 100 mg’lık tüm etken madde emiliyor. Sonuç olarak, aşırı doza bağlı yan etkiler görülebiliyor. Doz aşımı çoğu zaman ölüme kadar giden ciddi sonuçlar doğurabiliyor. Kısaca, greyfurtta bulunan maddeler, ilaçların vücuttaki yıkımını sağlayan enzimi durdurur. Yıkımın durmasıyla, vücuda alınması gerekenden çok daha fazla ilaç etken maddesi alınır ve kandaki etken maddesinin konsantrasyonu artar. Aşırı doza bağlı bu sonuç vücuda ciddi hasarlar verebilir.
Greyfurt’un bu şekilde etki ettiği 30 kadar popüler ilaç bulunuyor. Bunların arasında;
*
Kalsiyum Kanalı İnhibitörleri (Plendil, Verapamil gibi);
*
Kollesterol Düşürücü ilaçlar (Mevacor,Zocor,Lipitor, Pravachol ve Leskol gibi)
*
Uyku Düzenleyici ilaçlar, (Buspar,Valium, Sonata, ve Halcion gibi)
*
Kalp İlaçları (Cordarone, Pacerone, Quinaglute ve Quinidex gibi)
*
Organ Nakli Sonrası İlaçları (Neoral, Sandimmune, Rapamune ve Prograf gibi)
*
Östrojen düzenleyici İlaçlar (Estinyl ve Estrace gibi)
*
HIV/AIDS ilaçları (Norvir, Fortovase ve Invirase gibi)
*
Epilepsi İlaçları (Tegretol gibi) gibi ilaçlar da bulunuyor.
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Not 1: Greyfurt’un dilim olarak yemek ve meyve suyu olarak içmek arasında bu konu için bir fark yoktur. Her iki durumda da furanocoumarin’ler alınmış olur. ve enzim inaktif hale girer.
Not 2: Greyfurt içildikten/yenildikten sonra etkisi en az 24 saat en fazla da 2 gün sürer. Bu süre boyunca ilaç alınmamasına dikkat edilmemelidir.
Not 3: Portakal ve diğer turunçgillerde greyfurtta bulunan bu inhibitör maddeler bulunmaz. Dolayısı ile diğer turunçgillerin ilaçla içilmesinde bir sakınca yoktur.
Not 4: Greyfurtun bahsi geçen etkisi, sadece oral (ağız yoluyla) alınan ilaçlar için geçerlidir. Damar yolu ile verilen ilaçlara karşı greyfurtun etkisi yoktur.
Kaynak
CYP3A4 / SNPedia
Drug interactions with grapefruit juice / Pharmainfo.net
Drug Interactions with Grapefruit / Food Medication Interactions
Alkolden Sonra Gelen Baş Ağrısının Sebebi Nedir?
Yılbaşı, doğum günü ve yıldönümlerinde aşırı olarak tüketilen alkol, o mutlu anı tamamlayan keyif verici bir unsur olsa da, ertesi gün, dayanılmaz baş ağrılarına neden olabiliyor. Peki, alkol, bu baş ağrısına nasıl sebep oluyor?
Tahmin edildiği üzere, alkollü içeceklerdeki etanol, baş ağrısının oluşumundaki başrol oyuncusu. Etanolün baş ağrısı üzerine etkisi, etanolün vücuttaki su miktarını düşürmesinden kaynaklanıyor.
Etanol, vücutta suyun tutulmasını, suyun böbreklerden geri emilimini sağlayan anti-diüretik bir hormon olan vazopresini inhibe eder. Vasopressin, insan dahil olmak üzere memelilerin büyük çoğunluğunda bulunan bir hormondur. Vasopressin'in birincil görevi, böbreklerden su geri emilimini arttırmaktır. Etanol, bu hormonu inhibe ettikten sonra, böbreklerde süzülen suyun tekrar kana geçmesi yavaşlar. Dolayısı ile kandaki suyun miktarı azalırken, oluşan idrarın miktarı artar.
Dokulardan suyun azalması, %75’i su olan beyni ciddi bir şekilde etkiler. Öyle ki, beyin su eksikliğine karşı ciddi moleküler cevaplar verir. Bunların başında histamin üretimi gelir. Bağışıklık sisteminde önemli bir role sahip olan histamin, damarlarda genişlemeye (vazodilasyon) sebep olur. Genleşen damarlar, kafatasına baskı uygular ve buradaki basınç, ağrı almaçlarını tetikleyerek baş ağrısına sebep olur.
Etanol > Vazopresin’in inhibe olması > Dokulardaki suyun azalması > Beyinde Histamin üretimi > Damar Genleşmesi > Ağrı
Önemli ayrıntı: Kahve’de bulunan kafein de diüretik etki gösterir. Bu sebeple, alkolden sonra kahve içmeniz, sorunu düzeltmediği gibi; su kaybınızı daha da artırarak baş ağrısını daha da şiddetlendirecektir. Kahve yerine, alkol alırken/aldıktan sonra bol miktarda su tüketilmesi, baş ağrısını azaltır ya da baş ağrısının oluşmasını tümden engelleyebilir.
Aspirin, Ağrıları Nasıl Geçiriyor?
Ağrı, esasında beyninizde hissettiğiniz bir duygudur. Örneğin, parmağınıza bir çekiçle vurduğunuzu varsayalım (bunu evde denemeyin). Bu durumda hasar gören parmağınızda bulunan sinir uçları, bir cismin parmağınıza sertçe dokunduğunu algılar ve bunu beyne iletir.
Ancak, ağrı, bu noktadan sonra belirginleşir. Hasar alan doku, sinir uçlarını bu hasara karşı çok daha büyük tepki vermesi için bir kimyasal salgılar. Bu kimyasallar sayesinde, sinir uçları, dışarıdan gelecek her türlü dokunuşa karşı daha hassas olur. (Bunu, bir müziği daha iyi duymak için, müziğin sesini artırmaya benzetebilirsiniz).
Bu kimyasalların önemli bir kısmı prostoglandin olarak bilinir ve cycloxygenase 2 (COX-2) adı verilen enzimler tarafından üretilir. Prostoglandinlerin sayesinde, sinir uçları artık daha güçlü bir sinyali beyne gönderirler. Bu güçlü sinyal, ile birlikte, parmak üzerinde dikkate değer bir hasarın meydana geldiği anlaşılır.
Kısa not: Sinirsel uyarının güçlü olması, sinyalin gönderilme frekansının yüksek olduğunu gösterir. Benzetme yaparsak, sinir hücresi saniyede 100 defa "hasar var" diye bağırması zayıf bir sinyal olurken, saniyede 1000 kere bağırması güçlü bir sinyal olarak adlandırılır. (süreler benzetme amaçlı). Yoksa, bir sinir hücresi hep aynı seste bağırır. Buna "ya hep ya hiç kuralı" denir.
Burada, ağrının çok önemli bir amacının olduğunu vurgulamakta fayda var. Ağrı sayesinde, vücudunuz sizi hasarlı parmağınızı korumanız hususunda "sert" bir şekilde uyarır. Ve bu uyarı, doku iyileşene kadar devam edebilir.
Ancak esas problem, ortada çekiç yokken, durup dururken ortaya çıkan ağrılar. Örneğin başağrısı. Aslında başağrısı öyle durduk yere gerçekleşen bir durum değil. Başağrısı, boyun ya da başta bulunan kasların strese bağlı olarak gerilmesi ya da baş bölgesindeki damarların daralması ile meydana gelir. Diğer bir ağrıda bayanların her ay yaşadıkları menstrüel kramplar. Ya da eklem ağrıları... Ağrılar çeşitli olsa da çoğunda, daha önce konuştuğumuz prostoglandin başrolde yer alıyor.
Aspirin de işte bu prostoglandin'in üretilmesini engelleyerek ağrıları önlüyor. Yukarıda bahsettiğim COX-2 enzimini hatırladınız mı? Hani prostoglandin üreten enzim. İşte, aspirin bu enzime bağlanıp, onu iş göremez hale getiriyor. Sonuç olarak prostoglandin üretilmiyor. Ve sinir uçlarınız dışarıdan gelen uyarılara hassaslaşmadığı için ağrı da duymuyorsunuz. Dünya üzerinde her yıl 80 milyar tablet aspirin işte bu sebeple kullanılıyor.
Dolayısı ile, aspirin sorunu çözmez. Sadece, sizin bu sorunu duymamanıza olanak verir. Kramp girmiş kaslarınız ya da daralmış damarlarınız gevşemez ve "sorunlu halerini" korurlar.
Prostoglandin'in bir başka işlevi de kandaki trombositlerin bir araya gelip damar içinde pıhtı oluşturmasını sağlamak. Pıhtılaşma çoğu zaman bizi kan kaybından korusa da bazen ciddi problemlere yol açabiliyor. Öyle ki, damar gayet sağlıklı iken bile pıhtı oluşabiliyor. Eğer bu pıhtı bulunduğu damar yüzeyinden kopup kalbi besleyen koroner damarlarında tıkanırsa, kalp krizine de yola açabiliyor. Bu sebeple, yetişkinlerde, prostoglandin seviyesinin düşük tutulması sağlık açısından gerekli olabiliyor. Yetişkinlerin ve özellikle de yaşlı bireylerin düzenli olarak aspirin kullanması da bu yüzden.